Hepimiz işçiyiz. Ağır işçi. Yirmidört saatlik dev tuğlalar sırtımızda, hergün bi tane… bi tane daha… yetenek harcını karıştırıp malalarımızla, bir daha… bir daha… Ölümsüz karıncalar gibi, her birimiz kendi saat kulelerimizi örüyoruz gün be gün. Saat kuleleri : Her tuğlası bir gün… Her tuğlası bugün… Hayat; hiç bitmeyecek inşaat… İşin komiği, kulemize içerden koyuyoruz tuğlalarımızı. Yükseldikçe kararıyor duvarların içi.. Ve insanlar o kadar çok duvarla birbirinden ayrılmış ki, daha fazla ayrılmak için kavga-gürültü gereksiz. Dost toplantılarında en yakın bildiklerinize bakın şöyle. Ne kadar farklı bir yazgıyla örmekte kulesini. Ne kadar farklıyız kendimizce başkalarından. Ne kadar iyi. Ne kadar doğru. Ne kadar yanlışsız. Herkes kendince haklı, başkasınca haksız… “Ben” diyebilmenin sözde ayrıcalığı konmuş içimize bir kez… Oysa bir düşünsek : Bu sonsuz uzay boşluğunun minnacık bir noktasında ne kadar yüce, ne kadar inanılmaz bir beraberliğimiz olduğunu. Evrende görkemli bir dengeyle yerini alan, galaksiler, güneş sistemleri, milyarlarca yıldızlar arasında dünya en küçük gezegenlerden biri. Ve biz, adına insan dediğimiz yaratıklar, bu küçücük gezegende ortak bir nefesle bir yaşam temsil etmekteyiz. Bu inanılmaz mucizeyi sonsuzluğun sonuna kadar sürdürmek varken, asırlardır başkaları için “ÖLÜM” üretmekte insanlar, ülkeler… Hepimiz işçiyiz. Ayrı ayrı ördüğümüz inşaatların işçileri. Durmayacak. Sonuncu çanını hiç çalmayacak saat kulelerinin karanlığında “Ben” diye çığrışan seslerimiz karışıyor birbirine. Oysa bir gün zamansız bırakıp gidildiğinde hayat (Ölüm her zaman zamansızdır ölenler için) “Ben” demeden yaşayanlar ölümle daha çok yaşayacaklar. Öyle bir inşaat ki hayat… Her zaman yarım kalacak olan, devamı yükseldiğimiz noktadan, bir başka seferde falan filan…