Kalp Gözü ve İslam

Bu konu özlem35. tarafından 11 sene önce açıldı, 471 kere okundu ve Henüz Cevap Yok.
özlem35.
Üyelik Zamanı: 12 sene önce
Konu Sayısı: 234
Yanıt Sayısı: 445
11 sene önce

Baş gözlerimizin dışında bir de kalp gözümüz var. Başımızdaki kulaklar dışında, bir de kalbimizde işitme hassaları var,kulak var.

Allahû Tealâ, Casiye Suresi 23. âyet-i kerimesinde diyor ki:

45/CASİYE-23: Efereeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ıhî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevalarını (nefslerini) kendilerine ilâh edinenleri görmedin mi (habibim)? Allah, onları bir ilim üzere dalâlette bırakır. Onların kalplerindeki sem’î (işitme) hassasını ve kalplerini (kalpteki idrak hassasını) mühürler ve onların kalplerindeki basar (görme) hassasının üzerine gışavet (isimli bir perde) çeker. Öyleyse (artık) Allah’tan sonra kim bu kişiyi hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?

Öyleyse hepinizde kalp var.Hepinizde nefsinin kalbi, gözün, kulağın ve konuşma hassasının sahibidir. Öyleyse kalpler konuşmuyorsa, kalpler işitmiyorsa, kalpler görmüyorsa; o insanlara Allahû Tealâ; “Kördürler, sağırdırlar ve dilsizdirler.”diyor.
Öyleyse, bir olaydan bahsediyor Allahû Tealâ. İlimleri üzere, Allah’ın kendilerini dalâlette bıraktığı insanlar onlar.


Nedir bu ilim?

Dalâletten kurtulmanın muhtevasına baktığımız zaman, on âyet-i kerime, ancak bir insan mürşidine ulaşabilirse, onun dalâletten kurtulacağını, hidayete adım attığını söylüyor. Öyleyse, mürşidine ulaşamayan insanlar için, dalâlette olmak söz konusudur.

Bakınız! Allahû Tealâ, ne kadar açık olarak söylüyor bu hususu. Diyor ki Kasas 50′ de:

Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn(zâlimîne).

Eğer sana (senin hidayete erdirme davetine) icabet etmezlerse (uymazlarsa), o zaman bil ki onlar, hevalarına (nefslerine) tâbî olmuşlardır. Allah’tan (Allah’ın tayin ettiği) hidayetçiye değil de, hevasına (nefsine) tâbî olan kişiden daha çok dalâlette olan kim vardır? Muhakkak ki; Allah, zalim kavimleri hidayete erdirmez.

Öyleyse, Allah’ın davetçisine tâbî olmak, dalâletten kurtulmak veya tâbî olmamak. Ama o zaman dalâlette kalmak söz konusu. Öyleyse, bütün insanlar için bir olgudan bahsediyoruz: Dalâlette olmak veya hidayette olmak. İşte kalp gözünün açılacağı taraf, sadece bir taraftır. Hidayette olmak ve sonunda mutlaka kalp gözüyle noktalanır. Kişi yoluna devam ederse, bir gün daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman kalp gözünün açılması, Allah’ın mutlaka bir hediyesidir.
Allahû Tealâ, daimî zikre ulaşan kişiyi hikmet sahibi yapar. Hikmetin üç muhtevasından bir tanesi tezekkürdür. Daimî zikir sahibi olmak ve Allah ile tezekkür etme, karşılıklı konuşabilme, Allah’tan devamlı yardım isteme ve Allah’ın da bu yardıma icabet etme durumu; “Tezekkür.” Sonra “hayır”. Ne zaman deracat kaybettiren bir olay vücuda getirirsek, o zaman derecat kaybederiz, şerr işlemiş oluruz. Ne zaman derecat kazandıran bir işlemi yaparsak, o zaman hayır işlemiş oluruz.


Öyleyse, hayır ve şerr mefhumlarını insanlara göre dizayn edersek neyle karşılaşıyoruz. Bizim hoşumuza giden bir olay, bizim için hayırdır. Hoşumuza gitmeyen, bize göre bizi üzen bir olay da şerrdir. Ama Allah’ın tarifi hiç öyle değil. Onun için diyor ki Bakara Suresi 216. âyet-i kerimesinde:

2/BAKARA-216:
Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum, vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Hoşlanmayacağınız bir şey olur ki; o sizin için bir hayırdır. Seveceğiniz bir şey olur ki; o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Bir hırsızın çaldığı bir şeyden mennun olduğunu düşünün. Seviniyor ama aslında derecat kaybetmiştir. Hırsızlık yapmıştır. Öbür taraftan, arabası çalınan kişi üzülüyor, şerre uğradım diyor. Oysa ki, hırsızın kaybettiği dereceler, kul hakkı doğduğu için ona yazılacaktır. Kişi derecat kazanacaktır. Öyleyse hayra ulaşmıştır. Olay, onu üzmüştür; ama hayırdır.
Yorumları eğer kendimize göre yaparsak, her zaman yeniliriz. Her zaman mağlup oluruz. Yetmez, her zaman üzülürüz. Öyleyse, bırakalım da yorumu Allah yapsın. Her olaydan şu veya bu şekilde etkileniriz. Ama yapmamız lâzım gelen şey, Allah’a müracaat etmek, O’na sığınmaktır. O zaman içimizdeki huzursuzluğu, Allahû Tealâ’nın aldığını, bizi doğruya ulaştırdığını yaşarız.
İşte Allahû Tealâ’nın, ihsanlarından bir tanesi “DAİMÎ ZİKİRDİR”. Daimî zikre ulaşan kişi, Ulûl’elbab adını alır. Yani lüblerin sahipleri. Nedir lüb? Beş duyumuzla ulaşamadığımız şeylere, altıncı veya yedinci hisselerimizle ulaşmak.
Kalp gözümüzün açılması altıncısı. Kalp kulağımızın açılması yedincisi. Kalbimizin Allah ile konuşması, sekizinci. Öyleyse kör, sağır ve dilsiz müesseselerini, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’inde aynen bulabilirsiniz. Fizik standartlarda kör, sağır ve dilsiz olanlar; iç dünyalarında kör, sağır ve dilsiz olanlar, ayrı ayrı iki tane mertebe oluşturur.

Bir insanın daimî zikre ulaşması halinde körlükten, sağırlıktan ve dilsizlikten eser kalmaz. Öyleyse, kalbimizin başlangıç noktasında bir de bakıyoruz ki; bizler sadece ölüyüz. Kulaklarımızda vakra var, işitemiyoruz. İrşad makamının söylediklerini duyuyoruz ama mânâsına varamıyoruz.
Kalbimizde ekinnet var. İdrak edemiyoruz ve irşad makamıyla aramızda hicab-ı mesture var.
Öyleyse, böyle bir dizaynda, Allah’ın söylediklerine dikkatle bakın. Diyor ki: “Onların sana baktığını görürsün. Baş gözleriyle onlar sana bakarlar; ama seni görmezler. Onlar ölülerdir.” diyor. Canlı insanlar ama, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in peygamber olduğundan habersiz insanlar. Onu, onun mevkiine bir türlü oturtamayan insanlar. Kendilerinden biri gibi değerlendiren insanlar.
İşte Allahû Tealâ: “Bakıp da görmeyen, varlığın arkasında ne olduğunu, Allah’ın Peygamber Efendimiz (S.A.V)’ e ne ihsan ettiğini anlamayan, bilmeyen insanlar; onlar ölülerdir.” diyor.
Allahû Tealâ: “Ve sen, mezardaki ölülere işittiremezsin.” diyor.
Kimler işitir diye bakıyoruz o zaman Kur’ân-ı Kerim’den. Allahû Tealâ diyor ki: “Davete, işitenler icabet ederler.” Öyleyse, Allah’ın bir daveti var. Kendisine davet ediyor. Ruhumuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın üzerimize on iki defa farz kıldığı bir husus ve bunu gerçekleştirmek üzere harekete geçmemiz lâzım hepimizin. Harekete geçmedikçe başarmamız mümkün değil. Harekete geçmenin mânâsı, sadece bir dilek: “ALLAH’a ulaşmayı Dilemek.” Ya dileriz, ya da dilemeyiz. Dilemezsek, hiçbir zaman baş gözümüzün kör olmasından, baş kulağımızın sağır olmasından ve dilimizin dilsiz olmasından kurtulamayız.

Alıntıdır

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 23562 Kayıtlı Üye
  • 16566 Konu
  • 143813 Cevap
  • Son Üye Kitaplar
Forumda Kimler Online (Şu anda 1 kişi Online)
  • ADMINISTRATOR (3)
  • SÜPER MODERATÖR (9)
  • MODERATÖR (1)