Mesnevî’de Edeb..

Bu konu LâL tarafından 13 sene önce açıldı, 496 kere okundu ve Henüz Cevap Yok.
LâL
Üyelik Zamanı: 13 sene önce
Konu Sayısı: 271
Yanıt Sayısı: 110
13 sene önce

Mesnevî’de edep kavramı baskın kavramlardan birisidir. Hz. Mevlânâ insanı hayvandan ayıran temel özelliklerden biri olarak edebi vurgular. Evvela bu hususta Mesnevî-i şerîften birkaç beyit sunalım:Âdemîzâde eger bî-edebest, âdem nîst Fark der- cism-i benî-Âdem ü hayvan edebest Çeşm bi- güşa vü bi-bin cümle kelâmullahrâ Âyet âyet hemegî ma’nî-i Kur’ân edebest. Bu beyitleri yaklaşık olarak şu şekilde mânâlandırabiliriz: “Eğer insanda edep yoksa, o insana insan denmez. Çünkü hayvanla insanı ayıran temel özellik edeptir. Gözünü aç! İncele, bak! Âyet âyet bütün Kur’ân-ı Kerîm esasında insana, insanlık edebini öğreten bir kitaptır. Mânası, meali budur Kur’ân-ı Kerîm’in.” Peki ama edep nedir? Mevlâna’ya göre bir zâhirî edep, bir de bâtınî edepten;yahut iç edep ve dış edepten söz edebiliriz. Dış edep ya da zâhirî edep Kur’ân’ın zâhirine, şeriat’a saygı göstermektir. Sözgelimi, insan abdest almadan namaz kılamaz ya da üzerinde, elbisesinde bir kir olduğunda bu kir namaza mani olur. Kılarsa kabul olmaz. Ama Mevlâna’ya göre insanın bir de iç abdesti olmalıdır. İnsan elbisesindeki küçük bir kirle bile namaz kılamazken, gönül kumaşında bir kir varsa nasıl namaz kılabilir? Bakınız Mevlâna’nın fikirlerinin Türkçe tercümanı olan Yunus Emre’miz bu konuda neler söylüyor: “Bir dona kir bulaşıcak yunmayınca mismil olmaz.” ‘Mismil’ Türkçe’de temiz anlamına geliyor. “Bir don’a, bir elbiseye kir bulaşınca, yıkamadıkça o elbise temiz olmaz.” Ve dolayısıyla da namaz kılınmaz. Peki gönül?Onun da cevabını veriyor Hazret: “Gönül pası yunmayınca namaz reva olmayısar.” Tıpkı elbise yıkanmadan namaz reva olmaz, kabul olmazsa, gönül pası, gönül kiri de yunulmaz ,yıkanmazsa o namaz da gerçekte namaz olmaz. İşte demek ki hakiki ve batıni anlamda edep, Mevlâna’ya göre insanın bu söylenilen çerçevede hareket etmesi ve kendini gönül kirlerinden arındırmasıdır. Bunun için şüphesiz insanın öncellikle işe kendisinden başlaması icap eder. Cenâb-ı Peygamber “kendinden başla” buyurmuş. Her işe kendimizden başlamalıyız. Geçenlerde okuduğum bu mânâ’daki bir söz çok hoşuma gitti. Hani bir yandan insanların kendi kendilerini çok sevdiklerini , bencil olduklarını düşünürüz ya!. Acaba hakikatte bu böyle midir? Kendi kendimizi gerçekten sevmekte miyiz? Okuduğum cümlelerde deniyor ki; insan’ın kendini beğendiği doğru ama kendini sevdiği pek o kadar da doğru bir tespit değil. Çünkü insan sevdiğini ihmal etmez. Nasıl söyleyelim; sevdiğini kenarda köşede unutmaz. Arabanızı seversiniz ve onun bakımını pekala güzelce yaparsınız. Evinizi sevdiğiniz için temiz tutarsınız. Peki insanın kendi kendisini sevmesi neyi gerektirir? Onun dünyası kadar, ahiretini de abad ve mamur etmesi , dışı kadar iç bakımını da yapması,kısaca kendi kendisini ihmal etmemesi değil mi?. Bu anlamda, eğer bizi biz yapan kendi iç alemimizi ihmal ediyorsak, kendimizi sevdiğimiz pek söylenemez. Söylersek isabet etmiş olmayız. İnsanın kendini eğitmesi, edebi, demek ki evvela buradan başlıyor. Kendi kusurlarını görmeyen insan kendisini nasıl terbiye edebilir? Halbuki genellikle gözümüz dışarıdaki kusurları görmeye odaklanmıştır. Böyle bir göz alışkanlığı kazanmışız nedense. Bu durumu, Hz.Mevlâna, biraz gülünçleştirerek ,dört zenci tipiyle bizlere anlatır. Efendim Mesnevî’de geçen bu tabloyu kısaca özetlemeye gayret edeyim..Dört zenci bir araya gelmişler, mescide girmiş ve namaza durmuşlar. Tam namaza durulduğu esnada dışarıdan bir adam içeriye girmiş. Bunun üzerine zencilerden birisi namazda olduğunu unutarak dışarıdan giren kişiye; “Acabâ ezan okunmadı mı?” diye sormuş. İkinci zenci konuşanı ayıplamış, onu dirsekleyerek demiş ki :”Be hey gafil namazdasın. Namazda konuşulmaz!.” Üçüncüsü: “E, demiş, sanki sen konuşmadın.Onun namazı bozuldu da seninki kaldı mı?” Dördüncüsü de elini açmış ve demiş ki: “Ya Rabbî! Ben şu üç akılsıza uymadım. Sana şükürler olsun.” Böylece her dört zencinin de namazı bozulmuş. Burada Mevlâna bize gizli bir soru soruyor; diyor ki; “Niçin bu dört zencinin namazı bozuldu?” Her birinin namazını bozan şey yanındaki, yöresindekinin namazındaki kusuru görmesidir. Eğer her biri diğerlerinin kusurları ile meşgul olmasalar, onları görmeselerdi, onların ziyanlarından hissedar olmayacaklar, kendi namazlarına halel gelmeyecekti. Demek ki aslında gördüğümüz her kusur, kusur olarak bize geri dönmektedir. Çirkini görmek aslında çirkin oluşun bir işaretidir. Yine bu meâlde Mesnevî’de yer alan şöyle bir düşündürücü hadise var. Eskiden Ramazan ayı, hilali gözleyerek başlardı. Buna “rü’yet-i hilal” denilirdi. İnsanlar Ramazan ayı başlarken yüksek yerlere çıkarlar, açık havada hilali gözlerlerdi. Eğer bir kaç kişi bir arada hilali görürlerse, o yerin idarecisine durumu aktarırlar, idareci de durumu ilan etmek suretiyle Ramazanı başlatırdı. Bazen hilal gece görüldüğü gibi, bazen gün ortasında görülür ve bu nedenle gün ortasında Ramazan başlamış olurdu ki buna yevm-i şekk denirdi. Hasılı böyle bir mevsimde Hz. Ömer yanına birkaç kişi alarak yüksek bir yere çıkmış ve hilali gözlemeye başlamış. Bu kişilerden biri göğe bakarak demiş ki; “Hilal’i gördüm! Bakın, sizler de görün..” Hz. Ömer keskin bakışlarıyla ufku taramış ve hilalden bir iz eser bulamamış. Sonra dönüp berikinin yüzüne bakınca keskin ferasetiyle durumu kavramış, elini dudağına götürüp parmağını ıslatmış ve adamın kaşını sıvazlamış. Şimdi demiş, bak bakalım hilali görecek misin? Adam tekrar tekrar göğe baktığında demiş ki; “Hayret! Az evvel ayan beyan gördüğüm hilal nereye gitti?.” Herhalde anlaşılacağı üzere adamın kaşındaki iri bir kıl gözüne dökülmüş ve zavallı adam onu hilal zannetmiş. İşte buradan hareketle Mevlâna diyor ki; “Bak nasıl bir kıl bile seninle hakikat arasındaki yolu kesmekte, göğe perde olmakta, olmayan birşeyi varmış gibi göstermekte.. Eğer gözünün önündeki bir kıl bakışına mâni oluyorsa sen bunun bir de gönle düştüğünü farzet.” Gönüle düşen kıldan kasıt elbette masiva’dır, günah kiridir, istir, pastır. Bütün bunlar yerle gök arasına perde kesilir ve senin hakikati idrakine mâni olur. O halde sen gözünün önünden kaşı kaldırdığın gibi kalbinin önünden de o perdeleri, masiva kıllarını kaldır, demiş oluyor Hazreti Mevlâna. Demek ki insanlar çevrelerindeki manzarayı aslında bakışlarıyla, gözleriyle görmüyorlar kalpleriyle görüyorlar. Hz. Ali’nin tarifiyle diyebiliriz ki insanın gözü sâdece bir rasat aletidir. Gören aslında kalbiyle görür. Kalbinin rengine göre görür. Son dönem şairlerinden Hâşim’in mısralarıyla sözlerimizi bitirelim efendim. O çevresini nasıl gördüğünü şu mısralarla özetlemiş: “Seyreyledim eşkâl-i hayatı Ben havz-ı hayalin sularında Bir aks-i mülevvendir anınçün Arzın bana ahcâr ü nebâtı.” Yani; “çevredeki taşlar, nebâtlar ve her şey bana gönlümün havuzuna aksettiği şekliyle görünürler. Hasılı göz prizmamdan evvela gönül havuzuna gelir bütün bu şekiller. Orada gönül havuzumun renginden geçtikten sonra idrak alanıma , şuur alanıma girerler. Bu yüzden ben çevremdeki herşeyi gönlümün rengi ile görürüm.” Peki bu görüş sadece Haşim’e mi mahsus? Şüphesiz o hepimize tercüman oluyor…Bu yüzden iyiye herşey iyi görünür, kötüye herşey kötü… O halde bütün bunlardan nasıl bir ders çıkarmalı? Hz.Mevlana’nın fikirleriyle birleştirirsek herhalde şunu: Sen de gönlünü arındır, temiz bir havuz haline getir ki, çirkinlikler bile sana güzel yönleriyle tecelli ve tezahür etsin. Prof. Dr. Cihan OKUYUCU

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 23590 Kayıtlı Üye
  • 16573 Konu
  • 143825 Cevap
  • Son Üye Melek Neslihan
Forumda Kimler Online (Şu anda 1 kişi Online)
  • ADMINISTRATOR (3)
  • SÜPER MODERATÖR (9)
  • MODERATÖR (1)